Dostoyevski’nin dediği gibi “samimiyetsizlikten ve ikiyüzlülükten nefret ederim.” Ve Gide’nin dediği gibi “Yazı yazmanın en zor yanı samimi olmaktır.”
1994 yılının yazında, günlerden cuma. Gökyüzünün sancısı her zamankinden fazla. Güneşin habercisi olan ilk ışıkların rengi ve doğum esnasındaki kanın rengi; güneşi fark eden kuşların çığlıkları ve hayatta en çok değer vereceğim kadının çığlıkları; garip bir ahenk içinde. Güneş doğuyor, ben doğuyorum; güneş batıyor, ben kalıyorum. Kalmış olmanın verdiği acıyı hâlâ içimde taşımaktayım.
Söz konusu olan varoluş sancısını veya benim ifademle -kalmış olmanın verdiği acıyı- yalnızca ilk çocukluğumun getirdiği tatlı bir merakla bir süre yene bilmişim. Ta ki yaşayacağım vahim bir olayın hiç olmadığı kadar bu acıyı derinleştireceğini bilmeden. Fakat bu vahim olaydan önce vahameti tartışmalı bir olaylar silsilesini anlatmam lazım.
Her mutlu sonun habercisi olan, üç elmadan birinin içindeki kurttan ben de nasibimi almışım. İleride psikiyatrlar tarafından anksiyete olarak adlandırılacak ve daha önce bahsettiğim küçüklüğümün tatlı merakının ana sebebi olan bu kurtçuk, insanoğlunun en büyük yükü olan bilincin farkındalığıyla daha da güçlenecek ve benim şu anki halimin temelini atacaktır.
Vahameti tartışmalı olan olaylar silsilesi de bu merakın ilk meyvesiyle başladı; okumayı öğrenmek, daha da kötüsü sevmek. Daha devletin benim için belirlediği okuma yaşı gelmeden, sokakta top oynamakla geçen 4-5 yaşlarımda okumayı kendi kendime öğrenmişim. Bunu büyük bir sevinçle karşılayan ailem bana sürekli kitap almaya başlamış, ben de okudukça okumuşum. Uzun süre yavaş yavaş artan sayfa sayıları en sonunda 5. sınıfın yazında beni “Suç ve Ceza”ya kadar getirdi. Bu da söz konusu silsilenin en üst seviyeye ulaştığı ilk nokta olarak hayatımda yer aldı. Hayatı basit sebep-sonuçlarla algılayan bir çocuğun, her suçun cezasının sadece madden değil aslen vicdanda yaşandığını öğrenmesi doğal olarak hayata bakışını da değiştirecekti. Söz konusu çocuğu bir hayli değiştirdi. Artık maddi dünyanın ötesi hakkında daha fazla düşünmeye başlayacak, asıl vehim olayla ise tamamen bu gerçeküstü dünyanın içinde çırpınmaya başlayacaktım.
Genel kanının aksine, “baba” olgusunun ilahiliğinin, “anne” olgusundan daha fazla olduğuna inanıyorum. Ve bu hayata dair en ilahi şeyin ise ölüm olduğunu. İşte benim büyük vahim olayım da bu iki yüce ilahi kavramların birleşmesiyle. Yani babamın ölümüyle. Ayrıntılarını girince sayfalarca çıkamayacağımı bildiğim için kısa kesiyorum. Konu ile alakalı bilmeniz gereken şey: bu olayın benim hayatımda ki en büyük dönüm noktası olması ve uzun yıllar boyunca, hâlâ da devam eden, ‘ölüm’ ve ‘zaman’ hakkındaki takıntımı başlatması.
Devam eden yıllar tahmin edeceğiniz gibi tam bir fiyasko oldu. Her anlamda gökyüzünün serinliğinden, pislik dolu çukurlara çakıldım. Birazdan az olan ümidim ve bariz olan kuşkularımla yıllarımı harcadım. Varoluşumu sorgularken hayat trenini saatlerle kaçırdım. Vakit geceydi, geçti. Bekleyecek uzun vaktim vardı. Onu da boşa harcadım.